1.BÖLÜM
DOĞU AVRUPA BİSİKLET TURU GÜNCELERİ 2011
BULGARİSTAN – ROMANYA – UKRAYNA – RUSYA – FİNLANDİYA – ESTONYA – LETONYA – LİTVANYA – POLONYA – SLOVAKYA – MACARİSTAN – ROMANYA - BULGARİSTAN ve TÜRKİYE BİSİKLET TURU
BEYAZ GECELERE YOLCULUK…
( BULGARİSTAN – ROMANYA – UKRAYNA – RUSYA )
Kızıl Meydan..
Deneyimlerimizi, hayallerimizi paylaştığımız bir kurultaydır adeta Gökova..Dostlukların filizlendiği, turların planlandığı ve hayallerin paylaşıldığı bir organizasyondur. Her yıl yepyeni bir heyecanla katıldığım GPA (Gökova Pedallarımın Altında) turlarında keşif duygularımı kışkırtan, ortak gezgin diliyle konuşabildiğim dostlarım oldu. Hem yurt içinde hem de yurt dışında pek çok kez bisiklet turları yaptık bu dostlarla, son beş yılda..
2010’da yaptığımız Tuna turundan sonra artık sıra uzun zamandır rüyalarıma giren ve adını her duyduğumda yüreğimi farklı titreten Saint Petersburg’a bisikletle gitme hayalimi gerçekleştirmeye gelmişti..Bu düşüncemi de birkaç dostumla paylaşmıştım Gökova’da..
Sevgili dostum Ahmet Mumcu Tayland dönüşü Atatürk Havalimanı’ndan beni aradı. Onun “Döndüm İbrahim..2011 için bir planın var mı?” diye soran sesi Petersburg turuna hazır mıyız diyor gibiydi. Telefonda Temmuzun birinci günü buluşmak üzere sözleştik. Ve başladık hazırlıklarımıza…
TÜRKİYE’DEN ÇIKIŞ
Gün gelmişti ve biz zamanı iyi kullanmak adına Kırklareli’nden başladık Doğu Avrupa turumuza. Kırklareli’de son eksiklerimizi de tamamlayıp öğleden sonra yola koyulmuştuk ki yağmur başladı. Yaz yağmuruydu sonuçta. Umursamadık. Henüz ilk kilometrelerdeydik ki karşı yönden gelen iki Alman bisiklet turcusuyla karşılaştık. Almanya’dan geliyorlarmış. Türkiye’ye bu sabah giriş yapmışlar..Bisiklet üstü sohbetin ardından onlar yeni giriş yapmanın, biz de yeni çıkacak olmanın heyecanıyla vedalaşıp ters yönlerde yüklendik pedallarımıza..
Yeni dökülen asfalt yolda bol iniş ve bol rampayla ve gözümüz yağmur bulutlarında Dereköy’ün köy meydanına ulaştık. Ahmet’in önceden tanıdığı gezgin dostu Keskin Amca’yla buluştuğumuzda yağmur da şiddetini epey arttırmıştı. Köyün öğretmen lojmanında sabahın ilk saatlerinde Bulgaristan’a girecek olmamızın da heyecanıyla erkenden daldık uykuya..
BULGARİSTAN
Gece boyu yağan yağmurun ardından güneşli bir sabaha uyandık. Aceleyle yapılan kahvaltı sonrasında ıhlamur kokan ormanların içinde uzanan yoldan kuş sesleriyle Bulgaristan’a girdik .. Meşe, gürgen ve ıhlamurların oluşturduğu ormanın simsiyah karanlığının aksine masmaviydi gökyüzü. Sınır kasabası Malko Tarnovo’nın terkedilmiş hissi uyandıran boş sokaklarından çıkıp, ormanların içinden kıvrılarak uzanan yoldan Burgaz’a doğru ilerledik. Muhteşem parkları, şirin plajları , leziz pizzaları, doğal yaşamı besleyen sulak alanları ve tuzlalarıyla çok sevdik Burgaz’ı..
Burgaz...
Karadeniz’i sağımıza alarak pedal bastık Varna’ya. Şirin kent dokusu, büyük limanı, hareketli plajları ve muhteşem parklarıyla güzel bir şehirdi Varna…Kentin merkezindeki 26 km . uzunluğundaki parkın terasında yüreği memleket hasretiyle yanarken ve boğaza doğru giden gemileri yanan elleriyle okşarken bulduk Nazım’ı...Karadeniz’i tanıklıklarına duyduğumuz derin bir saygıyla ve hayranlıkla izlemekle yetindik..
Komünist sistemin o şaşaalı dönemlerinde tatil köyü olarak kullanılan Balchik yakınlarındaki bir koyda geceledik. Sistemin yıkılışından sonra tek çivinin çakılmadığı kamp binalarının bakımsızlığından da anlaşılan ve yakın bir gelecekte batılı turizm şirketlerinin ağızlarını sulandıracak kadar güzel olan bu koyun en güzel yerine kurduk çadırlarımızı..
Rotamızda kuzeye doğru ilerlerken yüzlerce rüzgâr santralleri yolculuğumuza eşlik etti . Bulgaristan’ın yıllarca ülkemize elektrik satabilmesinin nedenini de açıklıyordu bu karşılaştığımız manzara..Uçsuz bucaksız tarlalarda biçerdöverler henüz harmanları kaldırıyordu. Mısırlar cılız, ayçiçekleri güneşe dönük kelleleriyle olgun, domatesler kızarmaya yüz tutmuştu bu verimli deltalarda..
ROMANYA
Durankulak kasabasını da geçerek ulaştık Romanya sınırına.. Görevlilerin Türkiye’den girişte gösterdikleri hassasiyetin aksine, yarım dakikada tamamladıkları bir işlemle Romanya’nın Vama Vache isimli tatil beldesine adımımızı attık..
Şirin yazlıkların arasından uzanan yolla Tuna nehrinin yan kollarının deltalarında kurulan Lacul Mangalya kasabasına ulaştık. Nehrin her iki yakasına sıralanmış binlerce gros tonluk gemilerin yapıldığı tersanelerden yükselen imalât sesleriyle yankılanıyordu ortalık. Sanmayın ki sadece metalin üzerine inen çekiç darbelerinin çınlamasıyla sınırlıydı sesler.. Tur boyu sürekli hissettiğimiz gibi en renkli ülkeydi bizim açımızdan Romanya..Sokak çalgıcılarıyla, dost ve sımsıcak çingeneleriyle, daha önce hiç duymadığım bitki kokularıyla, Bükreş’te Şanzelize’yle rekabet duygusuyla açılmış görkemli Çavuşesku bulvarıyla, kanallarıyla, hatta sokak köpekleriyle görülmesi gereken ülkelerden biriydi..
Romanya; Çingene köylerinin bazen keman, bazen akordeon bazen de klarnet seslerinden oluşan mahalli orkestralarından yankılanan Balkan ezgilerinin en güzel örneklerini dinlememizi sağlıyordu tur boyunca..
Çingenelerin evlerinde de konakladık, kilise bahçelerinde de.. Tuna nehrini bir köprüyle geçerek Köstence’ye ulaştığımızda bir önceki yıl yaptığım Tuna turunun Karadeniz bağlantısını da tamamlamış olmanın coşkusuyla keyfim katmerlenmişti adeta..
Oredea..
Galati yakınlarındaki Oancea sınır kapısından Moldovya transit vizesi alarak Ukrayna’ya ulaşmayı tasarlamıştık. Herhangi bir aksilik halinde de ( B ) planı olarak yola Moldovya sınırına paralel olarak devam edecek, Ukrayna’ya kuzeyden girecektik. Sınır konsolosluğunun geçici olarak kaldırılmış olduğunu öğrendiğimizde genç bir Gagavuz olan sınırın nöbetçi komutanı bizden çok üzüldü bu duruma. Komutan vizesi vermeye rütbesinin yetmediğini ve çaresizliğini o tatlı Gagavuz lehçesiyle anlatmaya çalışırken içtendi ve dosttu.. Romanya’dan çıkmış, Moldovya’ya da girememiştik ya. İki ülke arasındaki ara bölgede birkaç saat vatansızdık.. Kısa bir süre hiçbir yere ait olmamanın keyfini çıkarttık.
Yeniden Romanya’ya dönerek sınıra en yakın köyde Tatai isimli bir çingenenin evinde geceledik. Köylerde orta yaşlı erkekler küçük koloniler halinde yaşıyordu. Sistemin çöküşünden sonra başlamış işsizlik. Kadınlar çalışmak üzere İtalya’ya gidiyorlarmış. Tatai kadınların çocuk bakımı ve temizlik gibi işlerde çalıştıklarını özlem dolu bakışlarla anlatırken duygu doluydu.. “Çavuşesku’ya çok haksızlık etmişiz”. “Çünkü o dönemde hepimizin bir işi vardı” diye de ekledi. Parçalanmış yaşamlarla doluydu artık Romanya…
Avusturya'lı abi & kardeş turcu dostlarla..
Kuzeye devam ederken ıhlamur ormanlarıyla kaplı ve mobil arıcılık yapılan bölgelerden geçtik. Arıları doğadaki çiçeklerin mevsimlerine göre motorize destekle taşımak, bal üretimini arttırmak açısından oldukça güzel bir yöntem olarak gözüktü gözümüze.
Kuzeye devam ederken ıhlamur ormanlarıyla kaplı ve mobil arıcılık yapılan bölgelerden geçtik. Arıları doğadaki çiçeklerin mevsimlerine göre motorize destekle taşımak, bal üretimini arttırmak açısından oldukça güzel bir yöntem olarak gözüktü gözümüze.
UKRAYNA
Siret’in içinden akan nehrin üzerindeki o upuzun köprüden geçerek dayandık Ukrayna sınırına. Kadın askerlerin koruduğu bu sınırda oluşan uzun Tır kuyrukları işlemlerin yavaş ilerlediğinin de göstergesiydi. İlk ve son kez bu sınırda bisikletlerimiz kayıt altına alındı. Bize potansiyel bisiklet kaçakçısıymışız gibi bakan kadın görevli bu bakışına tezat oluşturan bir yaklaşımla bagaj çantalarımıza karşı da çok ilgisizdi..
Bisikletlerimizin kaydedildiği kuponun bir parçasını kapıdaki görevliye teslim ederek daldık Ukrayna’nın bağrına.. İlk benzinlikten temin ettiğimiz Ukrayna yol haritasının fotoğraflarını çekip yeni rotamızı da belirledik.. Daha ilk kilometrelerde değişen mimari yapı, bitki örtüsü ve doğanın kokuları farklı ve güzel bir ülkede pedal bastığımızı hissetmemize neden oldu. Türkiye’de aylar önce tükenmiş olan kirazlar, dutlar ve kırmızı erikler de yeni olgunlaşmaya başlamıştı. Kuzeyde olmamızın ve iklim farklılığının sağladığı bu avantajla davetkâr meyveleri geri çevirmek olmazdı..
İklim farkı... Temmuz ayı ortalarında kirazlar daha yeni olgunlaşıyordu..
Akşam yemeğimiz.. Menümüz türlü ve çoban salata. İlerleyen saatlerde taze sağılmış süt ve kahve de karşı evlerden ikramdı ama..:))
Ukrayna’da rotamızdaki ilk kentin adı telaffuzu bize oldukça zor gelen Chernivitsi’ydi.. Zor telaffuzuna karşın kolay ve düzenli bir kentti Chernivtsi.. Tüm doğu bloğunda derinden etkilendiğim planlı kent dokusu, estetik ve kişilikli mimari yapıları ve muhteşem parklarıyla şirin bir kent olarak yerleşti Chernivitsi hafızama.. Oldukça uygun bir fiyatla Çarlık Rusyası’ndan günümüze süzülerek gelmiş hissi veren yüksek tavanlı taş bir otelde konakladık..
Kiew
Yaklaşık beş yüz kilometre yolumuz vardı Kiev’e.. Bazen ana yollardan bazen de Ukrayna’nın Anadolu’sundan, yani alternatif yollardan gitmeyi önerdi Ahmet dostum.. Ana yollara koşut ve yolun her iki yakasında kilometrelerce uzanan ağaçlar, arkalarındaki tarlaları görmemizi engelleyecek biçimde manzarayı perdeliyordu. Geçmişte bu ülkelere demir perde denmesine şaşırarak, olsa olsa yeşil perde denilebileceğine karar verdik iki yoldaş olarak.
Geçtiğimiz köy ve kasabalarda insanların sıcak ilgisine tanık olduk sıkça. Magazin adı ile anılan küçük ve mütevazı köy marketleri sosyal buluşma yerleriydi aynı zamanda. Marketlerin bahçelerinden yükselen gürültülü sohbetler eşliğinde içilen votkaların kadehleri, uzaktan gelen iki bisikletçinin şerefine kaldırılıyordu her fırsatta..
Küçük bir kasaba yakınlarında kamp yeri ararken kasaba kilisesinin bahçesi dikkatimizi çekmişti. Rahiple konuşarak şansımızı denemek istedik. Christopher isimli genç rahip, sevaplarına sevap katacak olmanın sevinciyle, tereddütsüz kilise bahçesinde konaklamamıza izin verdi . Yorgunduk. Güneş batar batmaz çekildik çadırlarımıza ve daldık uykuya.. Gecenin bir yarısı Ahmet’in haykırışlarıyla uyandım. 35 yaşlarında bir sarhoş Ahmet’in çadırının fermuarını açmış ve içeriye girmeye çalışıyormuş. Ahmet elindeki bıçakla sarhoşu oyalarken bağırmış bana.. Çadırdan çıktım, tek kelime anlaşamadığımız sarhoşla beden dilimizle konuşmaya başladık.. Kilise bahçesindeki rahip lojmanına yönlendirdik bu şaşkın sarhoşu. Rahip Christopher Tanrının evine sığınan bu arkadaşa da kucak açarak ruhuna yeni bir huzur daha ekledi..
Ukrayna'nın Anadolu'su...
Tarihte Rutenya adıyla anılan Ukrayna’nın başkentine ulaştığımızda bu denli ihtişamlı bir kentle karşılaşacağımızı elbette bilmiyorduk.. Kentin bulvarlarında bisiklet sürerek hostelimize doğru ilerlerken, Dinyeper nehri boyunca uzanan devasa tarihi binalar bu görkemli şehrin ihtişamını daha iyi algılamamıza da zemin hazırlıyordu. Tepeleri ormanlarla kaplı, zengin geçmişi, manastırları, kiliseleri, meydanları, bakımlı parkları ve geniş bulvarlarıyla Kiev’in büyüleyici bir kent olduğunu kısa sürede anladık...
Yıkılan sosyalizmin hiçbir dönemde silinemeyecek izlerini gözlemlemek mümkündü Kiev sokaklarında... Özgürlük meydanındaki opera binası ile diğer kamu binalarının heybetli siluetleri, görkemli meydan çeşmeleri ve kentteki altyapının mükemmelliği ile Andreevsky bulvarındaki Lenin heykeline halkın hâlâ aralıksız gösterdiği sevgi, sistemin yıkılışına rağmen izlerin korunduğunun en somut göstergesiydi..
Hostelimize ulaştığımızda sıcak ve dost yüzüyle eski bir turcu olan Brezilyalı Ares karşıladı bizi kapıda. Ares bisikletle dünya turuna çıkmış, Kiev’e ulaştığında Rutenyalı bir güzele âşık olmuş. Bisiklet turunu burada sonlandırmış ve Kiev’e yerleşmiş. Şimdi sadece gezginlere kucak açan bir hosteli çalıştırıyor Rutenyalı sevgilisiyle.. Ortak dil bisiklet turu olunca çok çabuk kaynaştık Ares’le.. Kiev’den sonraki rotamızı konuşurken yüzünün gölgelendiğini fark ettik. Ares, Rusya’ya bisikletle girişte karşılaşabileceğimiz sorunlardan söz etmeye başladığında programımızda da revizyon yapmamız kaçınılmaz olmuştu.. Artan terör nedeniyle sınırlarda işlemler çok sıkı olduğundan, sınır görevlilerinin ülkede geçireceğimiz her günün otel rezervasyonlarını mutlaka görmek isteyeceklerini, ayrıca çadır kurmanın da özel izne tâbi olduğunu anlattı dünya turcu dostumuz bir çırpıda.. Tüm bu sıkıntıları Rusya’ya trenle girerek aşabileceğimizi de ekledi. Kiev’den Moskova’ya trenle geçerken Ares’in sözlerine kulak vererek ne denli isabetli bir karar verdiğimizi sıkı sınır kontrolleriyle karşılaşınca anladık...
RUSYA
Güneşten biraz önce girdik Moskova’daki dev tren garına. Sonradan öğrendiğimize göre daha dokuz adet böyle gar varmış Moskova’da. Sekiz adet de havaalanı..Gördüklerimiz Moskova hakkında duyduklarımızdan da şaşırtıcıydı aslında. Sabahın alacakaranlığında bizi kentin koynuna yaklaştıran bulvarın toplam 20 şeritli oluşu kentteki ilk saatlerimizdeki şaşkınlığımızı daha da arttırmıştı. Ayrıca 20 nehir ve 300 göle ev sahipliği yapıyormuş Moskova.. Kent merkezine doğru çok bakımlı muhteşem parkların içinden geçtik. Moskova için “parklar kenti” denmesinin nedenini de daha iyi anlamış olduk. Değişik büyüklüklerde yedi park bulunuyormuş kentte. Adını ünlü Rus yazarı Maksim Gorki’den alan Gorki Kültür Parkı’nın önünden geçerek ulaştık Kızıl Meydan’a. Ekim devriminin görkemli kutlamalarından hatırladığımız bu meydan, turist kafilelerinin akınına uğramamıştı henüz.
Volga nehrinin üzerinden yükselmeye başlayan güneşin ilk ışıkları Kremlin sarayının kızılyıldızlı kulelerini aydınlatıyordu. Gri renkli paket taşlarla kaplı zemin henüz gölgede olduğundan, meydanı çevreleyen yapılar daha da heybetli görünüyorlardı..Sabah serinliğinde tadını çıkardık Kızıl Meydan’ın. Fotoğraflar çektik.Lenin’in mozolesini ziyaret ettik. Ölümsüzlüğü simgeleyen küp şeklindeydi mozole. Loş bir şekilde ışıklandırılmıştı. Kırmızı granitlerin üzerinde ve bir camekanın içinde giysileri ile birlikte uyuyor gibi boylu boyunca uzanmıştı Rusya’nın kurucusu. Heykel gibi kıpırtısız ve saygıyla duran nöbetçilerin arasından sessizce mozoleden ayrıldık. Napoleon hostelin kapısına dayandık.
Bagaj çantalarımızı hostele bıraktık. Yeni uyanan kentin içinden tıpkı Volga nehri gibi biz de bisikletlerimizle Moskova içlerine doğru aktık. Katedrallerin göz alıcı kulelerini büyük bir hayranlıkla izledik..
Moskova görüntüleri...
“Aşkın olmadığı yerde gerçek de yoktur” diyen Puşkin’in heykelinin önünden geçerek Nazım’ın mezarına ulaştık..Büyük aşkı Vera ayakucunda yatıyordu Nazım’ın. Etrafındaki çınar ağaçları ve granit mezar taşının üzerine işlenmiş heykeli ile saygı uyandırıyordu mezarı. “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni” dizelerini okuduk büyük ustanın mezarının başında. Sanatçıların, bilim adamlarının ve halk kahramanlarının gömüldüğü bu mezarlık açıkhava müzesi gibiydi adeta..
Mezarlıktan sonra Arbat sokağında dolaştık. Arbat parkında sergilenen heykellerin karşısında büyülenerek soluklandık. İki gün kaldık Moskova’da. Kiev’deki önerilerin benzerlerini burada da duyduğumuzda kulak verdik bu önerilere ve Petersburg’a da trenle geçmeye karar verdik.
Kuzeyin kültürü ve mimarisiyle insanı adeta büyüleyen bu romantik kenti Dostoyevski’nin romanlarından zaten tanıyorduk. İçinde üç milyon eseri barındıran ve 1050 sergi salonu bulunan ünlü Hermitage Müzesi’ni binlerce ziyaretçi ile birlikte dolaştık. İnsanlığın ortak kültürel geçmişine evsahipliği yapan ve dünyanın en büyük müzelerinden biri olmaya hak kazanan muhteşem bir müzeydi Hermitage.. Altı kıtadan toplanan hazine değerindeki eserlerin sergilerini gezerken müzenin gerçek anlamda bir ayda ancak gezilebileceğini öğrendiğimizde pek de şaşırmadık.
Kanallarında tekne ile dolaştık, Neva nehri kenarında sokak çalgıcılarının ritimleriyle dans eden izleyicilerin arasına karıştık, zaman Neva gibi su olup aktı Petersburg’ta .
Gelin ve damadın Petersburg'ta nikahtan sonra Nevskiy bulvarında volta atıp, Parlamento önündeki parkta votka içmesi adettenmiş..
Yeniden yüklediğimiz bisikletlerimizle rotamızı Finlandiya’ya yönelttik. Sınıra doğru son 25 km .yi bizden kuşkulanan askerlerin takibinde tamamladık. İki buçuk saat süren ecel sorgulamasının ardından Ren geyiklerinin ülkesindeydik artık..
2.BÖLÜM
FİNLANDİYA
Rusya sınırında gereksiz zaman kaybı ve oluşan gerginlikten sonra kısa süren işlemlerle girdik Finlandiya’ya. Türkiye’ye göre oldukça geç bir saat olmasına rağmen beyaz gecelerin etkisi sürüyordu bu bölgede de.. Soğuk görünümlü gri asfaltın üzerine düşerek uzayan gölgelerimizle ve avaz avaz söylediğim Ege türküleri eşliğinde yol alıyorduk. Yol boyunca uzanan çam ormanlarının loşluğu ve ormanların içlerinde irili ufaklı göllerin üzerindeki ağaç yansımaları masalsı bir manzara oluşturuyordu önümüzde.
Finlandiya’nın bir sürü adacıklarından biri..
Gölgeler uzamış, kamp yeri bakma vakti..
Günler epey uzundu Finlandiya’da..
Henüz 20 km . civarında ilerlemiştik ki etrafı yemyeşil ve bakımlı çimlerle kaplı bir benzinlik adeta kampınızı burada kurun der gibi geldi gözümüze. Sıra sıra dizili Tırların arasından geçerek yayıldık en güzel çimlerin üzerine..
Tertemiz havanın da etkisiyle güzel geçen gecenin ardından güneşli güzel bir güne uyandık... Domates, salatalık, esmer ekmek, peynir ve çaydan oluşan klasik kahvaltımızın ardından yine yollardaydık. Göllerin üzerindeki adaları birbirine bağlayan viyadüklerden geçerek Hama’ya ulaştık. İçinde olduğumuz ortam o denli renkliydi ki zaman zaman ne tarafa bakmamız gerektiğini bile şaşırıyorduk. Dört bir yanımız göller ve çam ormanlarıyla kaplıydı. Orman içlerine serpilmiş aşı boyalı geleneksel Fin evleri bu masal atmosferini tabloya dönüştürüyordu..
Tabelalarda kalmıyor bu geyikler.. Hem muhabbetlerimizde hem de arazide çokça vardılar...
Suyla iç içe yaşayan Viking'ler...
Tipik bir Fin evi...
Küçük küçük yerleşimlerin neredeyse tamamı su kenarlarına kurulmuştu. Nehir ve göllerde yan yana demirli vaziyette bekleyen renk renk tekneleriyle Finlilerin su ile iç içe bir yaşamları olduğunu ve Viking torunlarının, dedelerinin kültürel miraslarına nasıl da sahip çıktıklarını kanıtlıyordu..
Lovisa yakınlarında şirin bir kasabada göl kıyısındaki muhteşem bir çimenlikte geleneksel giysiler içinde bir grubu piknik yaparken gördük.. Bir gösteri topluluğu olabileceklerini düşündük. Ahmet akıcı İngilizcesiyle grupla konuşmaya başladı.. Aldığımız yanıt çok şaşırtıcıydı..Meğerse karşılaştığımız topluluk Çarlık Rusyası’nın sürgündeki veliaht Rus Kralı Aleksandra ve hanedanın diğer üyelerinden oluşuyormuş. Ülkesi olmayan bu Kralla ve ardından ailesiyle tek tek tanıştırıldık.. Finlandiya’ya kadar bisikletle geldiğimizi ve başka bir rotadan tekrar bisikletle Türkiye’ye gideceğimizi öğrendiklerinde Kral ayağa kalktı. Ellerimizi sıkarak her ikimizi de kutlarken bakışları hâlâ şaşkındı..
Finlandiya'da sürgün hayatı yaşayan eski Rus Çarının hanedanı.. Sağ taraftaki sakallı amca Çarlık sistemine dönüş mümkün olsa Rus kralı olup tahta oturması gereken varis Aleksandr…
Şaka bir tarafa, kraliyet soyundan olmalarına karşın yaklaşımlarındaki o tevazu insanı etkiliyor..
Baltık denizinin kuzeyindeki bir balıkçı köyünden geçerken yankılanan müzik sesine doğru yöneldik.. Köyün limanında küçük bir köy orkestrasının haftasonu konuklarına verdiği bir konsere denk gelmiştik. Hem dinlendik hem meraklı bakışların arasında bu muhteşem konseri izledik. Köyün devamında plaj olarak kullanılan bir koyda da geceledik.
Tasalanmayın, ben dostlar adına bir bira içmiştim burada: ))
Gece dediğime bakmayın siz. Alacakaranlık bir loşluktu aslında. Çadırlarımızı kurmuş, akşam yemeğimizi pişiriyorken bornozlu kıyafeti ile 70 yaşlarında bir teyzem bisikletiyle yanımızda belirdi. “Ne duruyorsunuz gençler? Haydi denize gelin” diye seslendi. Oysa bir saat önce girmiştik denize ve hava da oldukça serinlemişti. Teşekkür ettik ve teyzemin ardından diğer köylülerin birer ikişer gece boyunca aralıksız plaja sökün etmelerini şaşkınlıkla izledik.
Ve yağmurun ardından yeniden güneşle buluşma..
Sabah Baltık denizi uyurken ayrıldık plajdan. Kuş sesleriyle 85 km . mesafedeki Helsinki’ye doğru yüklendik pedallarımıza..Öğle sıraları Helsinki’nin merkezinde tüm kente hâkim, görkemli Tuomio kilisesinin önündeydik.
Helsinki’deki muhteşem katedral..
Onlarca basamaktan çıkarak kiliseyi de gezdik. Tam Limana yaklaşmışken patlayan lastiğimi Finlandiya körfezinin o muhteşem manzarasını seyrederek tamir ettim..Gece de Viking isimli neredeyse şehir büyüklüğündeki bir kruz gemisiyle Estonya’nın başkenti Talin’e geçtik.
Helsinki'den Estonya ya Baltık denizinden geçtik..
ESTONYA
Talin limanına yanaşırken şehrin üzerindeki kulelerin gökyüzüne yansıyan siluetleri yine bir masal kentine gelişimizin işaretiydi.. Gecenin bir yarısıydı ve kentin yakınındaki kampinge sürdük bisikletlerimizi.
Temmuz sonu olmasına karşın gece ile gündüz ısı farkı oldukça fazlaydı..
Sabah Talin’in sokaklarındaydık. Esnaf, ortaçağdan günümüze süzülen otantik giysileriyle karşılıyordu turist kafilelerini. Geleneksel pazaryeri meydanını ve kentin tüm ara sokaklarını dolaşırken zamanda yolculuk duygusuna kapıldık.
Geleneksel fırında pişirilen bir tür çörek satılıyor burada. Fakat bu arkadaş satıştan çok turistlerin ilgisini çekmekle görevliydi sanki...
Talin'de geleneksel giysili çalışanlarıyla müze gibi dükkanlar..
Orjinal bir Estonya ev fırını...
Talin'de geleneksel pazar yeri meydanı...
Talin’den ayrılmak zor olsa da yolcu yolunda gerek diyerek sürdük bisikletlerimizi Parnu’ya doğru..Yine çam ormanları, yine kuş sesleri, yine ırmaklar, yine göller göller göller..
Tipik Eston evi..
Çimlere basmayınız bize özgü bir uyarı.. Oralarda hafif bir güneş olduğunda herkes çimlerin üzerinde alıyor soluğu..
Parnu yakınlarında Luhtre Talu isimli bir çiftlik oteli tabelası dikkatimizi çekti. Tabelanın gösterdiği anayoldan 3 km . içerideki ormanın derinliklerine yöneldik... Bu ıssız orman yolunda bisikletimizle çıkardığımız seslerden ürken geyiklerin önümüzden hızla kaçışlarını izledik. Otel sahibesi bayan Maria güleryüzüyle karşıladı bizi. Çiftliğin 300 yıla dayanan geçmişini heyecanla anlatırken işini severek yaptığını da hissettik. Çiftlik otel çok güzeldi ama bahçedeydi bizim gözümüz. Bahçede çadırda kalmayı tercih edeceğimizi söylediğimizde de hoşgörüyle karşıladı bu isteğimizi. Sabah Maria’nın kendi elleriyle hazırladığı köy kahvaltısının ardından çiftlikte kalan ilk Türkler olarak çiftlik otelin özel konuk defterini imzaladık..
Bu tarihi otelin sahibesi Mariya menüde ev reçelleri ve
turtalarının da yer aldığı nefis bir köy kahvaltısı sundu bize..
Luhtre Talu çiftlik otelin sahibesi Mariya ile otelin bahçesinde....
Parnu’yu da hızla dolaşıp Baltık kıyısından yolumuza devam ettik.Günün en sıcak saatlerinde Baltık denizine de girdik. Alışkın olduğumuz denizlere hiç benzemiyordu Baltık denizi..Ne tatlı ne tuzluydu suyu..
Baltık denizinin güneydoğu kıyılarına koşut uzanan 4 numaralı karayolundan Letonya’ya devam ettik.
LETONYA
Baltık kıyılarının bembeyaz kumsallarını ve orman içlerinde yer alan romantik ağaç evlerini izleyerek ilerliyoruz Riga’ya doğru. Tertemiz çam kokulu havasından ve dingin atmosferinden çok hoşlanıyorum Letonya’nın. Gözümüz yükseklerde. Yağmur yüklü bulutlar yükünü boşalttı boşaltacak. Zaten son günlerde ortalama her gün bir, iki saat yağmuru yaşıyoruz bu bölgelerde.. Biz de yağmura göre ayarlıyoruz molalarımızı..
Riga’yı ikiye bölen nehrin karşısına geçip kampinge kurduk çadırlarımızı. Kenti dolaşmaya çıkmıştık ki henüz, aniden bastırdı yağmur. Bir spor merkezine sığınarak atlattık ilk sağanağı. Divina nehrinin üzerindeki uzun köprüden geçerken Old City’de katedrallerin göğü yırtarak yükselen kulelerine doğru ilerledik
Nehir kenarındaki ilk katedralin merdivenlerindeyken, içeriden yankılanan sopranonun sesi, bir an önce sesin sahibini görme isteğimizle birlikte hızlandırdı adımlarımızı. Meğer bu kilise bir süredir kültür merkezi olarak kullanılıyormuş ve akşamki konserin provalarına rastlamış ziyaretimiz.Yaklaşık bir saat konser gibi bir prova izledik.
Başkent Riga..
Kapalı ve ara ara çiseleyen havaya karşın oldukça hareketli bir kent merkezinde buluyoruz kendimizi.. Her yerden müzik sesleri ve kahkahalar yükseliyor. Ortalıkta erkekten çok kadın oluşu buranın nüfusunun orantısızlığına yönelik söylentileri sanki doğruluyordu. Meydandaki bir kafede Küba birası ve badem, bu güzel kentteki ödülümüzdü.
Turistik kent meydanında bisiklet dolmuşlar...
Gece sabaha kadar kovalardan boşalırcasına yağıyor yağmur. Bursa’dan Ergün dostumun hediye ettiği Nort-face çadır tek damla su almıyor içeriye.. Kulaklarını çınlatıyorum dostumun. Sabah Litvanya’ya doğru devam ederken yağmurdan da uzaklaşabiliriz belki diye ümit ediyoruz. Gece boyu yağan yağmurun izlerini Riga’da boşuna arıyor gözlerim. Kentin mükemmel altyapısı sünger gibi çekmiş gece boyu aralıksız yağan yağmur sularını.. Ne taşkın ne can kaybı ne alt katlarını su basmış evler ne de batçıklarda mahsur kalmış araçlar.. Memleketimin kulaklarını çınlatıyorum..
Yağmur molası...
yığınlarının arkasında oldukça güzel bir kamp yeriydi…
LİTVANYA
Litvanya..mutluluğun resmi…
Dalgalı düzlüklerden oluşan ve yüzölçümü Konya büyüklüğünde olan sessiz sakin kendi halinde bir ülke Litvanya..Uzun boylu sarışın mavi gözlü insanların yaşadığı minik bir Baltık ülkesi burası. Oldukça ucuz bir ülke Litvanya. Birbirine çok benzeyen Pasvalys, Penevezys ve Kaunas isimli şehirlerinden geçtik.
Litvanya..Harika balya sanatı…
Yardımseverdi insanları. Bir köyde kamp yapmak için uygun bir yer arıyorduk. Köyün basketbol sahasının kıyısındaki çimlik alanı gözümüze kestirmiştik ki köyden bir hanım daha rahat edebileceğimiz düşüncesiyle evinin bahçesini önerdi. Yeni biçilmiş çimlerin kokuları arasında, elma ağaçlarının dibinde bakımlı bir köy evinin bahçesinde geceledik.
Bir sonraki geceyi de Kaunas şehrinde bir benzinlikte geçirdik. Özelleştirmelerin henüz gerçekleştirilmediği ve sosyal devlet anlayışının hâlâ yüksek olduğu Litvanya’yı biz çok sevdik..
Kızılderililerin totemlerini andıran parklardaki ahşap heykeller..
Yağar yağmurrrrr yer yaaaaaşş olur efemmmm…
POLONYA
Sınırından Polonya içlerine doğru ilerlerken yolun her iki tarafında uzanan tarlaların görüntüsü tarımın bilinçli yapıldığını düşündürüyor bize. Uzun bir süredir ilk kez meyve bahçeleri görüyorduk yolumuzun üzerinde. Elmalar henüz kızarmaya yüz tutmuş. Ahududu tarlaları deniz gibi uzanıyordu önümüzde..
Polonya da önünden geçtiğimiz yol boyu bir köy lokantası..
En güzel kamp yerlerimizden biriydi burası....
Çadırlarımızın renkleri nedeniyle Kamuflaja gerek kalmadan atılan bir kamp...
Sabahın seherinndeeee ötüyor kuşlarrrrr...
Doğası, yolları ve trafik işaretleri ile mükemmel bir ülkede pedallıyorduk. Yolumuzun üzerindeki Augustow şehri düzenli sakin caddeleri, ahşap heykellerin süslediği geniş parkları ve heybetli Katolik kilise binalarıyla Polonya kentleri hakkında fikir sahibi olmamız için yeterince gözlem şansı tanıyordu bize.
Lublin görüntüleri...
Bir önceki Papanın Polonya kökenli oluşu çok önemli bir gurur nedeni olmalıydı ki kentin önemli caddelerinde ve özellikle kiliselerin bahçelerindeki dev panolarda asılı duran Papanın fotoğrafları adeta en büyük Papa bizim Papa diye haykırıyordu….
Ahşap heykelciliği Polonya'da da yaygındı...
Çam, köknar ve ladinlerle kaplı ormanların içlerinde uzanan yollar irili ufaklı pek çok gölün kıyısından teğet geçiyordu. Genellikle doğanın cömert davrandığı bu orman içi alanlarda kuruyorduk kamplarımızı. Güneşi göllerde yüzerken batırmak, günün yorgunluğunu bu göllerde sonlandırmaksa turun sunduğu en güzel armağandı…
Böyle güzel sularda yüzmemek olmazdı...
Rotamızdaki ikinci önemli kent Baitsstoky’di. Bu kentte ilk dikkatimizi çeken kocaman ve muhteşem bir meydan, bu meydanın en hâkim noktasında kocaman ve estetik bir katedraldi. Kentin kalbi sayılan bu alanı çevreleyen kafeler, alanda akrobasi yapan patenci ve bisikletli gençlerle oldukça hareketliydi..
Biatystok Üniversitesi’nin giriş kapısı...
Beyaz giysili hanım ABD'de emekli bir öğretim görevlisi ve 81 yaşında.. 40 yıldır her yaz tur yapıyormuş. ‘Bisikletimin üzerinde ölmek istiyorum’ diye de ekledi. Yanındaki kızı ve fotoğrafı da oğlu çekti. Aile boyu turcular anlayacağınız... Yaşın önemli olmadığının en güzel kanıtı bu insanlar. Oğluyla tandem bisikleti kullanıyordu... Polonya'dan Macaristana gidiyorlardı. Onlar Budapeşteye biz Lublin'e devam ettik. Fakat bir süre birlikte yol aldık. Hoş bir karşılaşmaydı..
Eee arkadaşlar.. o kadar pedal bastıktan sonra ayakkabıları fora etmişim..
Askerdeki postal izini gibi keyifli bir an..:)))
Askerdeki postal izini gibi keyifli bir an..:)))
Varşova’ya varmadan Lublin’e yöneldik. Tarihte Yahudi katliamlarının en yoğun yaşandığı ve ikinci büyük Nazi toplama kampının bulunduğu bir şehirdi Lublin. Yağmurlar yine eksik etmedi yoldaşlığını üzerimizden.. Hostele yerleşerek çamurlu çamaşırlarımızı yıkadık ve başladık kenti dolaşmaya.. Tipik bir Polonya kentiydi Lublin. Tarihi yapıları ve bazı yapıların kapılarında “Bu binanın çatısında 76 Yahudi tam 5 ay saklandı” şeklinde ibareler yazılıydı. Ayrıca Lublin kütüphane binası da görülmeye değerdi.
Sabah Majdenek kampındaydık. 78 bin Yahudi’nin katledildiği bu kampta katliamın, insanlık dışılığın, vahşetin ve ölümün kokusunu hissettim ciğerlerimde. Barakaların arasındaki yollarda yürürken insanların bu yollardan geçmişte ölüme yürüdüklerini bilmek iç acıtıcı bir duyguydu.. Yine de görmek gerekti bu katliamın izlerini. Koğuşları, işlikleri, gaz odalarını, insanların yakıldıkları fırınları ve yakılan insanlardan geriye kalan eşyaların sergilendiği barakaları içim kıyıla kıyıla gezdim. Lanetler okudum ırkçılığa..
Majdenek nazi kampı..
Kampın girişi..
Majdenek nazi kampı._Kim bilir kaç kişi bu yollardan ölüme yürüdü.. Çok garip bir enerjisi vardı Majdenek'in.
Majdenek nazi kampı-Gaz odaları ve insan yakılan fırınlar...
Majdenek_Şimdilerde açık hava müzesi olan kamptan yansıyan tek güzel şeydi bu kelebek…
Polonya'dan Slovakyaya geçmeden son akşam kamp kurduğumuz bu köyde kamp öncesi sıcak muhabbet anı...Yarasınn, Prozdi, şerefe ve nazdrovya vaziyetleri..
Slovakya’ya doğru ilerlerken geçmişin kötü izlerine rağmen devam ediyordu yaşam bereket fışkıran tarlalarda..
SLOVAKYA
Batıdan doğuya 400 km . uzunluğunda ve 150 km . eninde küçücük bir ülkeydi Slovakya. Geçen yıl yaptığım Tuna turunda ülkenin başkenti Bratislava’dan başlayarak doğu-batı ekseninde gezmiştim. Bu kez kuzeyden güneye geçecektik Slovakya’yı. Yemyeşil doğası, bereketli toprakları, ormanları, balık zengini gölleri, ahşap kiliseleriyle şirin bir ülkeydi Slovakya.
Bayıldım bu Şapelere...
2004 yılında katıldıkları Avrupa Birliği beklentileri yeterince karşılamamış olacak ki hâlâ yakın geçmişteki refahı arayan güleryüzlü insanlarıyla ucuz bir orta Avrupa ülkesi görünümündeydi. Güçsüz ekonomilerine rağmen zorunlu ve parasız eğitim politikalarını hâlâ ısrarla sürdüren bu ülkede okuma yazma oranın yüzde 99 olduğunu öğrendiğimizde pek şaşırmadık...
Rotamızda güneye pedallarken yol kıyılarında anıt halinde sergiledikleri bombardıman uçakları ve tanklarıyla Slovaklar geçmişteki savaşların acılarını da sürekli hatırlatmak istiyorlardı sanki.
Svidnik şehrine yağmurla birlikte girdik. Kentin meydanındaki tek otelin çatı odasında geceledik. Sabah yağmur yüklü bulutlarla birlikte güneye doğru devam ettik. Küçük küçük kendi halinde ve birbirlerine çok benzer kasabalardan geçtik.
Şekerkamışı, mısır ve tütün ekiliydi geniş ve düzenli arlalarda. Trebisov şehrinde Macaristan sınırına 10 km . kala Maria kampingte gecelemeye karar verdik.. Kamping yolundaki son kilometreleri sırılsıklam tükettik..
Yeterince güneşi olmayan ülkeler bile güneş enerjisini bizden çok kullanıyorlardı...
MACARİSTAN
Slovakya ovalarını Macaristan ovalarından ayıran doğal bir sınır yoktu. 79 no’lu karayolunun kuzeyi Slovakya, güneyi Macaristan topraklarıydı. Dikenli telleri, mayınlı bölgeleri, sınır bekçileri, gümrük ve pasaport kontrolü olmayan göstermelik bir sınır kapısından süzülerek girdik bu güzel ülkeye.
Girişteki ilk kasabaya uğramadan Macar ovalarına doğru pedallarımıza yüklendik. Önümüzde sonsuzluk hissi uyandıran ovada dağınık tepelerin çokluğu çarptı gözümüze. Verimli görünüyordu topraklar. Küçük küçük tepelerin arasındaki vadiler bağlar ve meyve bahçeleriyle kaplıydı. Sırtlarını vadilerin yamaçlarına dayamış köyler ve kasabalar da tarlalara adeta tepeden bakmaktaydılar. Uzun bir süre karayoluna paralel ve her iki yanı metal bariyerlerle korumaya alınmış bisiklet yolundan ilerledik. Epey güneye inmiştik ve günlerdir bisiklet turumuza eşlik eden yağmur bulutları artık bırakmıştı peşimizi. Güneşli bir gökyüzünü özlemişiz.
Beyaz şarapları dünyaca ünlü Tokaj bölgesi....
Akşam üzeri yola çıkmış bir geyik.. Yeterince yaklaşamadığımız için net çekemedik. Zaten bir görünüp anında kayboluyorlar tarlaların içinde..
Macaristan’daki bir bisiklet yolu..
Tokaj’daki şarap evleri..
Şarabın memleketine yakışır bir sarhoş heykelli köy çeşmesi..
Macaristan’daki bir bisiklet yolu..
Üzümlerin arasında uzayıp giden yolda türküler eşliğinde yükleniyorduk pedallarımıza.Uzaklarda bağların içinde bir şarap şişesi heykeli göründüğünde beyaz şarapları dünyaca ünlü Tokaj bölgesinde olduğumuzu anladık. Anayoldan ayrılarak Tizsa nehrine paralel yola saptığımızda yöresel şarap evleriyle karşılaştık. Kralın içkisi ya da içkilerin kralı diye nitelendirilen dünyaca ünlü Tokaj şaraplarından tattık. Bölgedeki eski bir yanardağın hareketleri toprağının minerallerinin zenginleşmesine ve bu sayede yöreye özgü böylesine tatlı üzümlerin yetiştirilebilmesine neden oluyormuş meğerse. Şaraphanedeki görevli kızın yalancısıyız..Hafif çakır bir vaziyette ilerledik kasabanın içlerine. Kasaba meydanında yüksek bir sütunun tepesindeki şarap fıçısının üzerine oturmuş ve bir elinde üzüm salkımı diğer elinde şarap şişesi ile keyfi yerinde bir sarhoş heykeli hiç de ucube gibi gelmedi gözümüze.
Tokaj’daki şarap evleri..
Kaldığımız otelin eskiden şarap mahzeni olarak kullanılan şimdiki kahvaltı ve internet salonu..
Şarabın memleketine yakışır bir sarhoş heykelli köy çeşmesi..
Günde 140 ile 160 km . arasında yol alıyorduk. Köyler, bağlar, bahçeler ve nehirler geçerek ulaştık Debrecen’e.. Turu tamamlamak için Romanya ve Bulgaristan kalmıştı önümüzde. Zaman uygundu ve iki gece Debrecen’de konakladık. Tarihi yapıları, büyük kilisesi ve üniversitesiyle hayran kaldık Debrecen’e..
Kentin arması
Polonya'lı iki turcuyla yolda karşılaşma.. Rotaları Norveç'in Nort Camp'ı..
YENİDEN ROMANYA ve BULGARİSTAN
Debrecen’den yaklaşık 40 km . mesafedeki Romanya sınırına da ulaştık. Yine göstermelik bir sınır kapısından sessizce girdik Romanya’nın Oradea isimli kentine..
Veliko Tarnova...
Kenti doğu-batı ekseninde ikiye ayıran nehrin kıyısındaki görkemli Şatolarıyla Oradea, tam bir müze kent görünümündeydi. Tarihi pasajların tavan süslemeleri ve vitrayları da görülmeye değerdi..Daha önceleri adını bile duymadığımız bu küçük şehir, masalsı mimarisiyle bizi çok etkiledi.
Rusçuk...
Oradea’dan Bükreş’e, oradan da Rusçuk kasabasından Bulgaristan’a geçtik. Veliko Tarnova, Stara Zagora ve Harmanlı kasabalarında birer gece konaklayıp Bulgaristan’ı da hızla geçtik..
Yaklaşık iki ay sonra Romanya'dan Bulgaristan'a (Rusçuk'a) ikinci giriş..
vee Memlekete dönüş..
Hoşgördükkkk….
Beş yıllık bir hayali gerçekleştirmiştik. Kapıkule’ye çok yaklaştığımız noktada güzel bir turun bitiyor olmasının burukluğu ve başarmanın doygunluğu ile geçtik Edirne’ye..
***
Sevgili dostlar..Beş yıldır hayalini kurduğumuz bisiklet turumuzu tamamladık. Mutluyuz. Bu turda da zaman zaman evdeki hesaplar yine uymadı çarşıya. Yine yolun ve yolculuğun sürprizleri kucakladı bizi rotada.. Kim bilir belki de o sürprizler ve o sürprizlerin oluşturduğu yeni durumlara anında çözümler üretme çabalarıdır bizleri yollarda olmaya iten bir neden...
Her yolculuk öncesi içimizi kıpır kıpır eden duygular tur bitiminde biraz buruk bir hüzne dönüşse de, başarma ve keşif duyguları o hüzün bulutlarını dağıtarak yerini coşkuya bırakıyor... Sonra geçilen köyler, kasabalar, kentler. Kentlerin dokuları, doğa, kokular, farklı kültürler ve tatlar masalsı bir serüvene dönüştürüyor rotada yaşadıklarımızı...
Bu kez uzun bir yol kat ettik dostlar... Bu kez hasret ve özlem daha derin hissedildi yüreklerimizde.. Yoldaşım Ahmet Mumcu'yla ay ışığı altında kurduğumuz kamplardaki yorgun gecelerimizde memleket türkülerini söylerken sıkça çınlattık kulaklarınızı...Çünkü o bilmediğimiz topraklara dostlarımızı da götürdük yüreklerimizde..
Rotada sık sık mailleri ile destek veren tüm dostlara teşekkürler. Destekleriniz yol boyu ışık oldu bizlere..
Yolu daha da keyifli yapan yoldaşınızdır. Yoldaşım Ahmet’e de binlerce teşekkürler..
Yolda olmak, yolcu olmak her şeye rağmen çok güzel.. Bir tur daha bitti dostlar. Şimdi sıra geldi yeni hayallerimizi gerçekleştirmeye…J )
Tur ekibi : İbrahim KIZILKAYA
Ahmet MUMCU
Toplam yol : 5037 km
Bisikletle Geçilen Ülkeler : Bulgaristan- Romanya – Ukrayna – Rusya – Finlandiya – Estonya-
Letonya-Litvanya- Polonya- Slovakya-Macaristan-Yeniden Romanya-
Bulgaristan ve Türkiye