GPA 3 ve Marmaris - Antalya

 GPA III'ÜN  ARDINDAN  KIYI KIYI  MARMARİS - ANTALYA
  


Gökova turu: 285 km.
Marmaris-Dalaman: 98.4 km.


            Bu yıl üçüncüsü gerçekleşen ve artık gelenekselleşen Gökova Pedallarımın Altında isimli organizasyona katılmak için gün sayıyordum. Ülkenin dört tarafından yaklaşık 150 bisikletle Gökova'nın o eşsiz coğrafyasında yeniden pedal basmak tarifsiz bir mutluluktu her birimiz adına. Bu tura katılmak  için ABD'den gelen sevgili dostum Ahmet Mumcu, Gökova turunun göz açıp kapanıncaya kadar kısa bir sürede geçtiğinden yakınıyordu. Haksız da değildi bu konuda. Rüya gibi  yaşanıyordu  bu beş gün. Pek çok anı ve dostluklar ağzımıza çalınmış bir parmak bal olarak, doyamamış bir şekilde ve seneye tekrar buluşmak üzere ayrılıyorduk her defasında Gökova'dan.
           Bu yüzden beş kafadar GPA'nın ardından Gökova'yı Antalya'ya uzatmayı planladık. Gökova'nın hazzı ancak böyle perçinlenecekti yüreğimizde.
           24 Ekim sabahı Muğla'ya indiğimizde Kayhan ve Tuncay bizi bekliyorlardı. Otogarda yolcu aktarımı yapan otobüslerin bagajlarında balık istifi dizilmiş bisikletler Gökova turunun yine çok keyifli geçeceğinin habercileriydi bir bakıma..
Kayhan, Tuncay, ben, Ozan ve Umut'la sabah serinliğinde Sakar geçidine doğru yöneldik. Yeni doğmuş güneşin cılız ışıkları gecenin çiği ile ıslanan asfaltı bile kurutamıyordu henüz.



Sakar'a doğru çay molası...

                  
                                
        
Ülkenin dört bir yanından ve yurtdışından gelen bisikletçiler toplanmaya başlamışlardı Akyaka'da. Kucaklaştık, hasret giderdik Karşılıklı uzattık yüreklerimizi avuçlarımızda...
Aynı gün küçük bir ekiple eski Marmaris yoluna doğru bir ısınma turu bile yaptık.










          
             Yetmiş küsur ülkede yüzellibin km. üzerinde pedal basmış Ahmet Mumcu, Tayland-Laos-Kamboçya turundan yeni dönen EvrimYiğit, bugüne değin birlikte pek çok uzun tur yaptığımız sevgili dostum  Kayhan Özoğul, ben ve sevgili yeğenim Ozan Eroğlu ve Gökova ekibiyle birlikte Marmaris'ten Akyaka'ya doğru pedal basarken Akyaka-Fethiye yol ayrımında coşkuyla uğurlandık GPA grubu tarafından. Grubun aklı bizde, bizim aklımız grupta kalmış şekilde Köyceyiz'e doğru yüklendik pedallara.
Burada Muğla Bisiklet Topluluğu'nun gelenekselleşen Gökova Pedallarımın Altında isimli dev organizasyonunun devamındaki Marmaris-Antalya bölümünü anlatmaya çalışacağım. Çünkü bu dev organizasyon (GPA)  öyle kolaylıkla anlatılamaz. Tüm bisikletseverlerin yaşamlarında en az bir kez bu turu kesinlikle bu organizasyonla yaşamalarını dileyebilirim sadece...



           Kalabalık bir ekiple şen şakrak geçen beş günün ardından beş kişiyle Köyceyiz yolunda pedal basmak ilk anlarda bir burukluk bırakmıştı yüreğimizde. Konuşmuyor, sadece pedallarımıza yükleniyorduk ilk kilometrelerde. ABD'den Gökova turu ve ardından bizim uzatmalı turumuza katılmak üzere gelen dünyanın çok değişik ülkelerinde pedal basmış uluslararası turcularımızdan Cem Terzi'deydi aklım. Son gün gelen bir telefonla İstanbul'a dönmesi gerektiğinde yüzünde oluşan ifade çıkmıyordu aklımdan. Karmakarışık duygularla pedallıyordum. Bir yandan tadı damağımızda muhteşem Gökova turu, diğer yandan renkli kişiliğiyle tanımaktan çok mutlu olduğumuz Cem'in aramızda olamayışı ve tüm dostlarla yeniden buluşmak için bir yıl bekleme zorunluluğu sessiz bir şekilde yol almamıza neden oluyordu.


           Henüz 15-20 km. gelmiştik ki arka lastiğim patladı. Datça- Marmaris arasında da aynı lastik iki kez patlamıştı. Önce Evrim ardından tüm ekip durdu yol kenarında. Bu üç günde üçüncü patlağa biraz canım sıkılmıştı. Mataradan bir yudum su içerek sakinleşmeye çalışırken  Evrim patlayan arka lastiğimi sökmüştü bile. Sımsıcak gülümsüyordu bir yandan, diğer yandan da Tayland'da aynı günde beş kez patlayan lastiğinin içinde kalmış gözle görülemeyecek boyuttaki camı nasıl tespit ettiğini anlatıyordu yüzündeki mutlu gülümsemeyle...



Onarım biter bitmez tekrar koyulduk yola. Hava parçalı bulutlu ve serindi. Gökyüzünde yağmur bulutları hızla hareket ederken sakin sayılabilecek bir yolda nemli ormanın  kokularıyla yol almaya devam ettik bir süre. En önde giden Kayhan "Köyceyiz'e girecek miyiz?" diye sordu. Önceden kararlaştırmışız gibi hayır diye seslendik hep birlikte. Tatlı suyla tuzlu suyun buluştuğu Köyceyiz'in köprüsünden geçtik. Yine Kayhan önde, ekip ardında Ortaca'ya doğru devam ettik.
           Gökyüzünde toplanan yağmur bulutları portakal ve nar bahçelerinin arasından uzanıp giden asfaltın üzerine düşürüyordu gölgelerini. Güneşin saklambaç oynadığı bu saatlerde  sırtımızda güneş gibi parlayan  sapsarı GPA formalarımızla ve  çevredekilerin meraklı şaşkın bakışları altında hızla akıp geçtik Ortaca'dan.
            Saatler geri alınmıştı bir süre önce. Günler daha kısaydı artık. Akyaka-Fethiye ayrımında dostlarla uzun uzun vedalaştığımızdan oldukça zaman kaybetmiştik. Gün geceye kavuşmadan Dalaman civarlarında konaklamaya karar verdik. Hepimiz acıkmıştık. Dalaman köprüsünden geçerken çayın kenarında kamp kurabileceğimiz alanlara uzaktan bir göz atıp, yemek için Dalaman'a girmeye karar verdik. Menüsünü Dalaman Tarım Yarı Açık Ceza Evi'ndeki mahkumların  ürettiği tavukların oluşturduğu lokantaya ulaştığımızda güneş çoktan kavuşmuştu geceye. Nefis bir akşam yemeğinin ardından kamp yapmak üzere önceden kestirdiğimiz yere yaklaştığımızda yağmur çiselemeye başlamıştı. Yol üzerinde terk edilmiş eski Dalaman otogarının sundurmaları bizleri gece boyu yağmurdan koruyacak gibi görünüyordu. Hiç tereddüt etmeden bu konforsuz eski otogara kuruverdik kampımızı. Yeşil elma ve kabak çekirdeğini yaren ettik bir galon kırmızı şarabımıza. Kamyon homurtuları, seraları bekleyen bekçi köpeklerinin aralıksız havlamaları ve yağmur damlalarının oluşturduğu pıtır pıtır sesleriyle teslim ettik kendimizi gecenin karanlığına.
  2. GÜN     
          

          Eski otogarda kapkaranlık bir gecenin ardından güneşli bir Akdeniz sabahına uyandık. Dalaman çayının deltasındaki verimli ova gece yağan yağmurla sırılsıklamdı. Portakal bahçelerini ısıtan güneş ovanın üzerinde su buharları oluşturuyordu. Alışkın bir çabuklukla topladığımız kampımızı yükleyiverdik bisikletlerimizin bagajlarına. Yol üzerindeki ilk benzinlikte lastiklerimize hava basarken, porselen kaselerde dumanı tüten ezo gelin çorbalarımızı sipariş etmişti bile Evrim. Bu yılın mahsulü yeşil kabuklu limonları ekşittiğimiz suratlarımızla sıktığımızı fark ettim şaşkınlıkla... Önümüzdeki Göcek tünelinden bisikletle geçip geçemeyeceğimizi konuşuyorduk bu arada. Ergün Teker dostumla 2004 yılında yaptığımız  İzmir-Antalya turunda Göcek geçidini aşarken, gelecek yıllarda tünelden geçmenin hayalini kurmuştuk. Henüz inşa halindeydi Göcek tüneli o yıllarda. Tünelin bitmiş halini görmeyi çok istedim bu nedenle. Bu isteğimi  arkadaşlarıma da  ilettim. Bisiklete yasaktı tünel. Fakat Ahmet bir yıl önce bisiklete binmeden tünelin içindeki kaldırımdan gitmek koşuluyla izin aldığını söyleyince daha da rahatladım. Çorbalar ve ardından çaylar.. Sonra yüklendik pedallarımıza. Tünelin gişelerine ulaştığımızda karşıdan koşarak gelen güvenlik görevlisine ilettik tünelden geçme isteğimizi. Amirine sordu telsizle. Telsizden gelen olumlu yanıtla yine bisikletlere binmeme koşuluyla, elimizde bisikletlerle  girdik uğultulu serin 900 m.lik bir loşluğa..



 

Bakımlı sahil şeridi, lüks siteleri, yaşam belirtisi görülmeyen birbirine bağlı pahalı modern tekneleri ve yapay park bahçelerinde cins köpeklerin dolaştığı Göcek oldukça sakin göründü gözümüze. Kısa bir çay molasının ardından, hızla çıktık Göcek'in bitimindeki rampadan.    Fethiye'ye doğru devam ettik. Rampanın uzun inişinin ortalarında Alman bisikletçi bir çiftle karşılaştık ve ayaküstü sohbet ettik.



Sağımızda Akdeniz, solumuzda muhteşem çam ormanları, önümüzde sakin bir yol ile Metis geçidine ulaştık. Geçitten itibaren Akdeniz'in içlerine uzanan küçük burunlar ve sayısız koylar muhteşem bir görsellik sunuyordu önümüzde. Katrancı koyunun panoramik seyir terasında beş arkadaş iki adet kan kırmızı narı adilce paylaştık...

Çam kokuları deniz kokularına, tuz ve iyot kokularına karışıyordu bu seyir terasında. Çektik kokuları arsızca ciğerlerimize ve yeniden yüklendik pedallarımıza. Yaklaşık beşinci kilometrede ana yoldan Fethiye'nin Çalış plajlarına giden yola saptık. Çalış deltasına yayılan azmak boyunca ilerledik su kuşlarının konak yerlerine. Örülmüşçesine sık çalılar, yaban asmaları, böğürtlenler ve sazlarla kaplı bu delta koyu yeşil bir sonsuzluk olarak uzanıyordu önümüzde. Fethiye'deydik artık. Güzel bir esnaf lokantasında aç kurtlar gibi yemeklere saldırdık. Uzun bir mola verdik sahilde.

                   

Bu kadar mola yeter dedik Fethiye'de. Yolcu yolunda gerek. Hedefimiz Fethiye'ye yaklaşık 22 km uzaklıkta Korkuteli-Eşen kavşağının yakınında Kemer mevkiinde yol boyu bir kır lokantasıydı. Geceyi dere kenarındaki bu şirin lokantanın taht şeklinde yerden yüksek ve gerektiğinde fermuarları çekilerek kapanabilen şark odalarının minderlerinin üzerinde ve uyku tulumlarımızın içinde geçirmekti niyetimiz.
           Yoğun bir trafiğin içinde sürdük bisikletlerimizi ilk kilometrelerde. O denli yoğundu ki trafik, ana yola koşut uzanan eski yola yöneldik. Küçük köy evlerinin, tarlaların ve narenciye bahçelerinin arasından, altın sarısı billurlaşmış reçineleri toprağa sızan çamlıklara kadar keyifle pedalladık. Eski yol standart dışı bir eğimle çamlıkların bitiminde kavuştu yeni yola. Kamp yerimizden önceki bu son 7-8 kilometrelik düzlükte tüm ekip ortalama 32 km.lik bir hızla kır lokantasına ulaştık.
           Güneşin batmasıyla büyük çınar ağaçlarının gölgelendirdiği bu lokanta karanlık bir ormandan daha karanlık bir yabanıllığa büründüğünde tandır etleri, saç kavurmalar ve kerpiç kıvamındaki yoğurtlara eşlik eden rakılarla doyumsuz bir sohbetin ortamıydı artık.




3.GÜN


   


Rüzgârın çınar ağaçlarında oluşturduğu hışırtılarla şark köşesinin minderlerinde deliksiz uyumuşuz bütün gece. Yine dinlenmiş olarak kuş sesleriyle uyandık bu sabah. Hava kapalı ve yağdı yağacak. Aceleyle toparlandık. Eşen önümüzde ve 22 kilometrede. Kahvaltıyı Eşen civarlarında yapmayı planladık. Sabah mahmurluğuyla yüklendik pedallara.
           Henüz birkaç km. yol almıştık ki yağmur başladı. Önce ince bir serpinti, ardından sağanak şeklinde. Birkaç dakika içinde iliklerimize kadar ıslandık. Yağmurluklarımızın üzerine büyük çöp poşetlerinden takviye yağmurluklar yaptık. Arka tekerleğimin havası yine inmeye başladı. Yağmur altında yapılabilecek çok fazla şey yoktu, hava basarak yola devam etmeliydik gittiği yere kadar. Birkaç kilometre ileride yol üzerindeki Çobanlar mevkiinde  oto lastik tamircisine zorunlu olarak uğradık. Ali usta dört gündür bulamadığımız saç telinden daha ince kıymığı bulup çıkardı dış lastiğin gözeneklerinden maharetli elleriyle. Dr.Kayhan dün Fethiye'den aldığımız patlak önleyiciyi açık kalp ameliyatı ciddiyetiyle paylaştırdı her iki lastiğime..
                               
Sorun çözülmüş ve yağmur da yorulmuştu bu süreçte. Eşen'e 11 km.lik bir yolumuz vardı. Yenilenmiş D-400 karayolundan Elmalı dağlarını yıkayarak Saklıkent'i aşan Eşen çayına biraz da tepeden bakarak ulaştık Eşen'e..
Ekibin en genci ve alışverişlerimizin  tek yetkilisiydi Evrim. Ekibin ortak kasasıydı. Islak giysilerimizi kahvenin önündeki pazar yerinde değiştirirken ellerindeki poşetlerle beliriverdi kahvenin önünde. İki çeşit peynir, siyah zeytin, domates, yeşil biber, salatalık ve simitle ve fırından yeni çıkmış sıcacık ekmekle duble çaylar eşliğinde mükellef bir kahvaltı yaptık.






Eşen çayı yaklaşık 100 metre altımızdaydı ve son yağan yağmurlarla zaptedilemez şekilde köpürerek akıyordu yatağında. Eşen'den yaklaşık 7,5 km sonra  Eşen çayı D-400 karayoluyla kavuştu. Çayı geçtiğimiz köprünün çıkışındaki tabeladan artık Antalya ili sınırlarına girdiğimizi anladık.
Köprüyü birkaç km. geçmiştik ki Xanthos 1 km.yi gösteren kahverengi tabela çıktı önümüze. Dik bir rampadan ve çok güzel bir çam ormanından geçerek girdik tarihin içlerine..

  



Xanthos'u bir çırpıda dolaşıp, D-400 karayolundan Kalkan'a doğru yine yüklendik pedallara. Kilometrelerce doğumuzda bizimle gelen çay artık batımızdaydı. Yağmurdan sonra bir an yüzünü gösteren güneş, hemen hemen Eşen ovasını tamamen kaplayan seraların camekanlarında kristal avizelerdeki gibi göz alıcı şekilde parıldıyordu. Önümüzdeki  4 km.lik rampayı tırmandık 300 metrelik bir irtifayla. İnişe geçer geçmez yine muhteşem Akdeniz ve Kalkan manzarasına hâkim bir seyir terası çıktı önümüze. Tahta piknik masaları ve yeşil brandalı çardaklarda birkaç dakika manzaranın keyfini çıkardık
.


Gözlerimiz büyüleyici manzarayı kanıksamaya başladığı anlarda yine düştük yollara. Kalkan'a girmeden ve şehri tepeden izleyerek indik dik yamaçların altındaki kıyı yoluna. Ulaştık Kaputaş'a.





Bu noktadan sonra yaklaşık 18 km. yolumuz kaldı Kaş'a. Kaputaş vadisinin iki yakasını birleştiren köprünün tam karşısındaki kaya duvarına çakılı tabelada bu sarp yamaçlara yol yapma aşamasında yaşamını yitiren dört yol işçisinin ismini görmek hüzün veriyor insana. Buradan itibaren kıyılara koşut ve Akdeniz'e hâkim ve bizlerin pedal basma şansı bulduğumuz  bu yolun yapımının dört insanın yaşamına mal olması ne kötü. Emeğe ve yaşam hakkına saygıyla eğerek başımızı devam ediyoruz Kaş'a...
Kalkan rampasından itibaren demir bir kazık gibi gölgeleri yola düşen kayalıkların oluşturduğu manzara karşısında içi ürperiyor insanın. Yükseklerde keçi boynuzları, defne ve ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı bu yamaçlar denizle birleşince her taraf taşa dönüşüyor. Fırtınalar, dalgalar ve yağmurlarla kuru dere yataklarını taşıran, koyakları dolduran sellerin toprağı sökerek denize taşıdığını gözlemlemek içini ürpertiyor insanın.



Kaputaş'tan iki viraj dönmüştük ki yeniden yağmur başladı. Yeniden büyük çöp torbalarından takviye yağmurluklarımızı çektik ürperen bedenlerimize. Gün ışığını emen kapkara bulutlar tüm öfkelerini kusuyorlardı üzerimize. Yamaçlardaki kuru dereler ve topraksız sel yatakları kızıl kayalarının üzerinden aşırıyordu taşıdıkları sel sularını. Ardı ardına şimşekler çaktı tepemizde. Dik yamaçlardan baş büyüklüğünde kayalar yuvarlandı yolun üzerine.  Derken durdu yağmur daha sonra tekrar yağmak üzere. Oluşan hortumlarla Akdeniz'in tuzlu suları minare boyu yükseldi gökyüzüne.. Ozan ve Kayhan yağmurdan bıkmış olmalılar ki devam ettiler. Ben, Ahmet ve Evrim bu görsel şöleni uzun uzun  izledik ıslak.giysilerimizle. Bir ara aynı anda dört hortum oluştu. İzlerken büyülenmiştik adeta, ne yazık ki bu aynı anda oluşan  dört hortumu fotoğraflamayı unuttuk.


Görsel şölen bittiğinde yeniden başladı yağmur. Kaş'a girmeden hemen önceki bir koyda eski bir otobüsten bozma köfte ekmekçiye sığınmıştı Ozan'la Kayhan. İliştik biz de bir köşeye, ekmek arası köfte ve sıcak çaylar çok iyi geldi üşüyen bedenlerimize. Merkezde Kaptan pansiyona zor attık kendimizi. Aradığımız tek şey sıcak, hatta kaynar bir duştu artık..





4. GÜN


Kaş - Finike arası : 67.2 km.


           Sıcak bir duş, güzel bir gece ve iyi bir uykunun ardından hazırız yeni bir güne. Ozan bizden yaklaşık 1 saat önce düşmüş yola. Yol üzerinde bir yerlerde ya da Demre'de yeniden buluşacağız Ozan'la.
           Günlerden Pazar ve Kayhan yarın işte olmak zorunda. Sabah 8.30 otobüsüyle dönüşe geçecek. Birlikte yapılan son kahvaltının ardından, her ayrılık yeni bir buluşmanın habercisidir diyerek sarıldık, kucaklaştık fakat vedalaşmadık Kaş terminalinde.
           Yol arkadaşlığın ve dostluğun için çok teşekkürler sevgili Kayhan. Nice turlarda yeniden kavuşmak üzere yolun açık olsun dostum. Ada'ya da hepimizden selamlar...


           Kayhan'ı yolcu ettikten sonra önde Evrim, arkada ben ve Ahmet biz de vurduk kendimizi Kaş çıkışıyla başlayan rampaya. Ergün Teker dostumla yaptığımız eski bir turda bela bir rampa olarak kalmış Kaş rampası aklımda. Oysa şimdi yenilenmiş yollar. Hatta bir şerit ilave bile edilmiş. Uzun fakat eğimi standart bir rampada tempoyla yükselmek, yükselirken de eşsiz manzarayı hafızamıza kazıyarak sindirmek çok hoş bir duygu yaratıyor bisikletin üzerinde.






           Rampanın orta yerlerinde mola verdim yolun kenarında. Gözlerim badem ağaçlarının arasından geçen eski ve eğimleri standart dışı olan köy yolunu aradı manzarada. Uzaktaki Meis adasını izleyerek üzerimi değiştirdim. Ben oyalanırken çoktan kaybolmuştu Ahmet'le Evrim. Hiç acele etmeden yer yer eski yolu ve çok aşağılarda kalan kıyıları izleyerek D-400 karayolunda pedallamaya devam ettim.


Önümde kıvrılarak uzayan birkaç virajın ardından daha önceki turdan aklımda kalan Ağıllı köyü gözüktü uzaktan. Sıfırdan başlamıştık ve 510 kotlarındaydım artık. Ağıllı'nın çeşmesinde suyumu tazeledim. Bulutlar hızla hareket ediyordu gökyüzünde. Bir süre daha yola devam ettiğimde Demre 39 km. yazan bir tabelayla karşılaşınca çok şaşırdım.
Karayolları haritasında Kaş - Demre arasını zaten 47 km.olarak gösteriyordu. Bu durumda Kaştan beri 8 km.gelmiş olmalıydım.Oysa km. saatim 6.400 m.yi gösteriyordu. Bu andan itibaren km. saatimi gözlemlemeye başladım. Kısa bir süre sonra fark ettim ki dünkü yağmurlardan olsa gerek, ıslanan km.göstergesi bir çalışıyor bir çalışmıyordu. Güvenilmez olmuştu ve Antalya'ya kadar bir daha hiç bakmadım o güvenilmez saate...


Bulutlar yere kadar inmişti. Islak su buharının içinden geçerek ilerliyordum sanki bilinmez bir dehlizde. Sislerin arasında kaybolan ormanların koyu karanlıklarından gelen çıngırak sesleriyle bir masal ülkesindeymişim gibi keyiflendim.
Zır zır çalan telefonun sesiyle sıyrıldım masaldan. Evrim'di arayan. Merak ettiğinden ve sürü köpeklerinin bir süre kendisini kovaladıklarından söz etti. İnişteymiş ve saatte 45 km. hıza ulaştığı andan itibaren vazgeçmiş köpekler kovalamaktan...

    

14 km.inişi gösteren tabelaya ulaştığımda köpekleri de hesaba katarak ilk anda temkinli bir şekilde bıraktım kendimi rampadan. İniş uzundu ve bu uzun inişlerde hız sınırlarımı zorlamak en sevdiğim şeydi. Her GPA öncesinde otobüsten Akyaka yol ayrımı yerine Muğla'da inmeyi tercih sebebim Sakar rampasından o uzun inişi yaşama isteğimdendi.
Yine tek pedalla, kendi hız sınırlarımı zorlayarak kuşlar gibi süzülerek indim Demre'ye...




Güneşin sımsıcak yüzünü gördüm seralarla tamamen kaplanmış Demre'de. Bey dağlarından gelen Demre çayının üzerindeki köprüden geçerek sahil yoluna ulaştım. Akdeniz'e koşut dümdüz sahil yolunda, sancak tarafımda Akdeniz ve  iskele tarafımda seralar olduğu halde lagünün başlangıcına kadar pedal bastım. Ne Ozan ne Ahmet ne de Evrim'e rastlamadım. İletişimsizlik olmuştu aramızda ve onlar beni Demre'de içeride beklerlerken geçip gitmişim Demre'nin kenarından. Telefonla nerede olduğumu sorduklarında lagünü dolaşmıştım ve en az 6 km. önlerinde olduğumu anladım. Dönmedim bu noktadan geriye. Ekibin bana ulaşması  için ağır bir tempoyla sürerek onlara zaman kazandırdım. Ben lagünü çıkmıştım, onlarsa henüz lagünün başlangıcında bir yerlerdeyken, yeniden yakalandık yağmura.



Yine çektim çöp torbasından bozma yağmurluğu üzerime. Bardaktan boşalırcasına yağıyordu yağmur. Ne kadar pedalladım bu şekilde? bilmiyorum. Sığınacak bir yer arıyordum ki, ufukta kayalıkların üzerinden Akdeniz'e tepeden bakan, ahşaptan ve tahtaların aralarından denizin gözüktüğü,  derme çatma bir balık lokantası ilişti gözüme. Bir gayretle lokantaya ulaştım. Bisikletimi dayadım lokantanın kuruluğuna. Bir aşçı, bir de garsondan başka kimsenin olmadığı, tavadaki yanık yağın kesif  kokusunun küf ve  balık kokularına karıştığı lokantadan içeri  girdiğimde, daha önce defalarca tanık olduğum bakışları gördüm her ikisinin de gözlerinde. Aklımı peynir ekmekle yemiş olmalıydım onlara göre. Yoksa böyle bir havada hem de bisikletle ne işim olabilirdi?
Sıcak bir nescafeyle içimi ısıttım. Heybemde ıslanmamaları için poşetlerde taşıdığım kuru giysilerle de bedenim ısındı. Arkadaşları merak ediyordum yine de. 




 Gök gürültüleri uzaklaştı önce, ardından yağmur da dindi. Kapalı yerde olsam da hareketsiz beklemek içimi titretti. Garsonun söylediğine göre 12 km. kalmış Finike'ye. Kesilen yağmurun ardından ve yağmur kokan yoldan devam ettim hedefime..


Alıştık artık gökyüzündeki sağanak yağmur geçişlerine. Birbirinden güzel onlarca koyu dolaşarak ilerledim. Finike'ye yaklaştıkça yol boylarındaki çardaklarda limon ve portakal satan köylülerin portakal ikramlarını da sevinçle kabul ettim.
Çok güzel bir burnu döndüğümde yeniden başladı yağmur. Finike artık birkaç km. önümde.
Yüklendim pedallara ve Finike girişinde limana tepeden bakan bir lokantayı kestirdim gözüme. Evrim'i aradım telefonla. Beklediğim yeri belirttim. Sıcak çay ikram ettiler lokantada. Isınmak için eski gazeteleri sokuşturdum formamın altından göğsüme. Yarım saat sonra Evrim de geldi. Ardından Ahmet'le Ozan. Her yeni gelene de sıcak bir çay ikram edildi.
Ekip toplanmıştı artık, bir an önce kurtulmak gerekiyordu ıslaklıktan. Üzerimizden süzülen sulara aldırmadan Finike DSİ. Misafirhanesi'ne girdik. Dört kişi iki odaya yerleştik. Haşlana haşlana aldık duşumuzu. Eski pazaryerinde önceki turda kebap ve tahinli piyaz yediğimiz lokantanın sahibi hatırlamıştı beni. Hatta hatırladığını kanıtlamak için bisikletimi dayadığım yeri tarif ederken çok ta komikti.. Kebap, tahinli piyaz ve üzerine bir de künefe eklenince ne yağmur ne fırtına, keyfimiz yine yerinde...

5.GÜN



Finike - Kemer : 69.3 km.




           Erkenden uyandık bu sabah. İyi dinlenmişiz. Dünkü yağmurun izleri yaşanılası bir anı olarak kaldı belleğimizde. Beş kişilik bir odada Ozan'la kalmıştık dün gece. Yatakların üzerine serdiğimiz giysiler kurumuş. Klimanın  ısıttığı odada ıslak giysilerin oluşturduğu rutubet,  kalın bir buğu tabakası oluşturmuştu pencerelerde.
Bir yandan eşyaları toparlarken Ozan da  Finike'de ayrılmak zorundaydı bizlerden. Ozan'ı da bir başka turda yeniden birlikte olmak üzere, vedalaşmadan uğurladık.
Beş kişi başladığımız turda ,üç kişiydik artık. Antalya'ya kadar yaklaşık 120 km.lik bir yol vardı önümüzde.
           Denize koşut dümdüz yolda ilerlerken çok sakindi Akdeniz, hava da öyle. Kahvaltıyı Kumluca'da yapmayı planladık. Denizi ve muhteşem kumsalına karşın, turizm seracılık gibi gelişmemişti bu bölgede. Bomboş kumsalı ve bu saatlerde henüz uyuyan Akdeniz'i seyrederek pedalladık.


          
       Kıyıya koşut bölünmüş yolun orta refüjlerinde bile adam boyuna ulaşmıştı muz ağaçlarının mis kokulu hevenkleri. Toprağın bereketi orta refüjlerde bile belliydi. Belki de, sadece bu nedenle Kumluca  turizme sonuna kadar direnebilmişti.
Kumluca'ya iyice yaklaştığımızda refüjlerdeki muz ağaçları terk etti yerlerini palmiyelere.
Belediyenin önündeki parka bitişik çay bahçesinde, güneşi tam sırtımıza alan  bir masaya yerleştik. Kaşarlı poğaça, simit, zeytin, domates ve beyaz peynirle ve öksüz doyuran cinsi büyük bardaklarla gelen demli çaylar eşliğinde kahvaltı ettik.




                                                               
           Rampada yükselirken bir taraftan, altımızda kalan ve dağların eteklerindeki çanağa yayılan  Kumluca ovası küçülürken gözümüzde, önümüzdeki Bey dağları doruklarını kaplayan bulutlara rağmen devleşiyordu kuzeyimizde.
Daha önceleri defalarca tırmandığım Bey dağlarının zirvelerinden Kızlar sivrisini aradı gözlerim. Kızlar sivrilerinin başı dumanlıydı. Göremedim.
Doruklarına ulaştığın dağları daha sonra uzaktan seyretmek  her zaman çok hoş bir duygu oluşturmuştur yüreğimde. Tüm tırmanış dönüşlerinde hissetmiştim bu duyguyu pek çok kere.
Bey dağlarının sırt hatlarında eski yaşanmışlıkları büyük bir keyifle anımsayarak, ruhumdaki büyük bir hoşlukla yüklendim pedallarıma...


           Kumluca rampasının bitimine yakın ve çıkışa göre yolun sol şeridinde, manzaraya hakim büyük bir seyir terasında soluklandık ince belli bardaklarda sunulan çayların eşliğinde.



           Denizden 600 metre yükseklikteydik artık. Belli belirsiz bir eğimle ve yavaş yavaş irtifa kaybederek Olimpos kavşağına ulaştık.


           Dağların arasından muhteşem görünüyordu Adrasan. Kavşaktan yaklaşık 17 km.lik bir yol kalmıştı Kemer'e. Bugün zamanı iyi kullanmıştık. Dilersek Antalya'ya hava kararmak üzereyken ulaşabilirdik bu noktadan. Acelemiz yoktu ve günlerdir yağmur çamurla haşır neşirdik. Bu güzel havanın keyfini çıkartmak gerekir diye düşünerek, Antalya'ya gitmeyi yarına bıraktık.


       

Program yapılmıştı. Telaşa gerek yoktu. Tahtalı dağının manzarası eşliğinde güle oynaya gidiyorduk Kemer'e.


Çam ormanlarının arasından eğimsiz bir şekilde uzanan bu keyifli rotada kâh Tahtalı dağının heybeti ve haşmeti kâh sağımızda kalan Akdeniz'in o muhteşem görüntüleri eşliğinde bir çırpıda gelivermişiz Kemer'e.
Yaz aylarında ağustos böceklerinin o kulakları sağır eden koro halindeki sesleri derin bir sessizliğe dönüşmüştü  güzergâhtaki ormanlarda. Kemer de sezonu kapatmış, oldukça sakin ve sessizdi.
Ay ışığı parkında ve Kemer'in plajlarında hafif çalkantılı bir deniz ve yazdan kalma plajı çoktan terk eden tatilcilerin ardından, silinmeye yüz tutmuş Rusça yazan fiyat listeleri ve bomboş şezlonglarıyla hüzünlü gözüktü gözümüze. Yazın yürümekte bile zorlanılan yolarda bisikletlerimizle  keyifli bir tur attık. 



           Merkezde bir esnaf lokantasında doyurduk karnımızı. Gece için alışveriş yaparak kamp kurmak üzere Kındılçeşme'ye doğru pedalladık.
Otel inşa ediliyordu Kındılçeşme'de. Rant uğruna ve koruma altındaki böylesine güzel bir yerde, her yıl binlerce orta halli vatandaşın tatil yapabildiği bu orman kampında  bu otelin  inşaatına peşkeş demesek de izin veren zihniyete "yok artık bu kadarı da olmaz"diyerek  hayıflandık. Kındılçeşme de halka yasaktı artık.
Kumsala inen ara yoldan gözümüze kestirdiğimiz bir alanda denize sıfır bir şekilde kurduk kampımızı. Altı gün sonra, yani Datça Aktur'dan beri ilk kez denize girdik.
Gün geceye kavuştuğunda ve dolunayın altında muhteşem bir dinginlikte şarabımızı yudumladık.





6.GÜN

Kemer - Antalya : 54.3km.


           Bu sabah çadırımın etrafında dolaşan bir köpeğin sesleriyle erkenden uyandım.Ufka baktım ki  birkaç dakikaya kadar doğacaktı güneş. Bu muhteşem olayı kaçırmak istemediğimden, aceleyle çıktım çadırdan. Güneş geceki dolunay gibi aynı noktadan ve denizin içinden yavaş yavaş çıkarken ben de yavaş yavaş ve ürpererek girdim denize. Muhteşem bir keyifti hissettiğim o an. Çadırdan başını çıkardı Evrim ve ardından Ahmet. Onlar çadırın önünden, ben denizden karşılıklı günaydınlaştık.


Alışkın bir şekilde ve çok kısa sürede kampımızı topladık. Kumsaldan toprak yola çıktık. Ana yola henüz varmamıştık ki önlerinden geçtiğimiz bahçeli evlerden yükselen köpek sesleriyle Kemer'i uykudan uyandırdık.


  

           Kındılçeşme'yi dolaşarak Sakıp Sabacı Caddesi'nden Göynük sahil yoluna saptık. Henüz her yer kapalıydı. Kahvaltı yapacak yer arıyorduk. Queen Elizabeth isimli gemi şeklindeki otelin bulunduğu köşeden Göynük'ün içlerine yöneldik. D-400 karayolunu enlemesine geçerek Göynük'e girdik. Duvar gibi dimdik kayalıklara sırtını yaslamış şirin bir çay bahçesi kaçmadı dikkatimizden. Çay bahçesinin karşısındaki marketten aldığımız kahvaltılıklarla güzel bir kahvaltı yaptık. Güneşi engelleyen hiçbir engel yoktu çay bahçesinde. Verdik sırtlarımızı güneşe ve burada biraz oyalandık. Antalya'dan dostumuz Mustafa Yiğit (Evrim'in babası )  kahvaltı yaparken aradı. Tayyar Abi bizi karşılamaya geliyormuş Antalya'dan bisikletle.




Sarıldık, kucaklaştık, dört kişi olarak Antalya'ya ulaştık.


           Kazasız ve sorunsuz hedefimize varmıştık. Kutladık bir birimizi.
Bu noktadan itibaren Tayyar Abi önde, bizler de ardında daha önce hiç bilmediğim bir yoldan girdik şehre. Antalyalı bisikletçilerin uğrak yeri olan bir bisikletçi dükkanına uğradık. Çaylar içildi, sohbet konusu tabii ki bisikletti. Sonra eski yarışçı Gökhan'ın çarşıdaki dükkanına da uğradık.Mustafa Bey bekliyordu bizleri Gökhan'ın dükkanında. Sarıldık, kucaklaştık.
Kumluca'dan itibaren  bisikletimin arka göbeğinde bir boşluk oluşmuştu garip bir sesle birlikte. Gökhan arka göbeği söktü. Bilyalar dağılmıştı ve bıraktık bisikleti orada. Mustafa Bey kendi bisikletini verdi bana. Merkezdeki evlerindeydik artık. Evrim'in annesi ve anneannesi tarafından sımsıcak karşılandık. Balkonda hazırlanmış masada ev yapımı mantılardan ikişer tabak yedik iştahla.Üzerine bir de dondurmalı baklava...
Bu dost ortamında yediğimiz yemeğin de sohbetin de tadı hâlâ damağımda. Nefisti.. 
 





           Yemekten sonra turun bitişiyle içimizde oluşmaya başlayan  bir buruklukla Ahmet'i de İstanbul'a uğurladık. Ömer Bey refakat etti Ahmet'e bisikletiyle.
           Mustafa Bey, Evrim ve ben Ahmet'in ardından yürüdük Kaleiçi'ne..




Kaleiçi'nden döndük Evrim'lerin evine. Kadeh kaldırdık tura ve dostluğa. Saz çaldı Mustafa Bey, Anneanne ve benim söylediğimiz türkülerle sonlandı gece.


Sabah Antalya güneşinin ısıttığı balkonda kahvaltı yaptık.
Bu 11 günlük turun ardından  sımsıcak gülümseyen yüzleriyle ve yüreklerinden taşan sevgiyle ağırlandığımız bu sımsıcak dost evinde doyamadık birbirimize..
Fakat her güzel şeyin bir sonu vardı. Turun bütün ayrıntıları geçerken aklımdan, tüm dostların kulaklarını son bir kez daha çınlattık. Dönüş vaktiydi artık.
Karşılıklı yeniden birlikte olma dileklerimizle, Antalya otogarından sımsıkı kucaklaştık.
Hepinize gönül dolusu sevgiler dostlar. Sonsuz  teşekkürler. En yakın sürede,yeni bir rotada  yeniden görüşmek üzere.

Yazan:  İbrahim Kızılkaya

Tur ekibi :
İbrahim Kızılkaya - Bursa
Ahmet Mumcu- İstanbul-ABD
Kayhan Özoğul - Balıkesir
Ozan Eroğlu - Bursa
Evrim Yiğit - İzmir-İstanbul

Toplam mesafe : 733 km.
Fotoğraflar: Tüm ekibin kameralarından derleme

24Ekim - 03 Kasım 2009

1 yorum:

  1. Tekrar tekrar okuduğum bir tur.İçine benide sokmuşsun birazcık:)Sizlerle olmak çok güzeldi. Keşke o günleri yine yaşayabilsek. Pedallarınıza sağlık. Ellerine sağlık.Derli toplu bir blog oluşturmuşsun.

    YanıtlaSil